resadiyem
  Türkülerimiz
 

1-TÜRKÜLERİMİZ: Ana sütü kadar temiz, ana sütü kadar candan. Bizi söyler bizi anlatır. Bazen ümitsiz bir aşkın dile gelişi, bazen de oğlunu kaybetmiş bir ananın feryadıdır. Sevdamız, acımız, kederimiz, umudumuz türkülere yansımış; türküler halkla yaşamış, güzelleşmiş, ölümsüzleşmiş...Dilden dile, kuşaktan kuşağa söylenmiş durmuş. Dede ile torun türkülerde buluşmuş.

 

 

İlçemiz köyleriyle birlikte verimsiz ve ekime uygun olmayan arazilerden oluşmuş bir coğrafyaya sahiptir. Bu yüzdendir ki, geçim sıkıntısı, köylümüzü baba ocağından ayırmış, gurbet ellere atmış, gurbetçi nişanlısını bırakmış köyüne, bırakmış bırakmasına da bu özleme dayanamamış, ne kendisi ne de nişanlısı...Hasret bir kor gibi gönülleri yakmış, kavurmuş, gönüller yandıkça türküler oluşmuş, türküler söylenmiş. Yeni sevdalar, yeni türküleri; yeni türküler de yeni sevdaları oluşturmuş.

 

 

Türkülerimizden bir çoğunda hüzün vardır. Hele hele bunlardan biri var ki, elli küsür yıldır söylenmesine rağmen her söylenişte dinleyenlerin boynunu büker. Çünkü,bu türküde babasını, annesini, kardeşlerini ve diğer yakınlarını kaybetmiş insanların gözyaşı vardır. Boynu bükük yetimlerin hıçkırıkları, sefaletleri, yalnızlıkları vardır. Evet, bu türkü,1939 depreminin ardından yakılmış "Reşadiye Irmağı" diye bilinen Tahir Bey'in türküsüdür. Ya Deli Şükrü öyle değil mi? Bir babacan adamın, bir fukara babasının sürgün edilişi tahammül edilecek şey midir? Soyunda yiğitlik olan bir milletin insanları, yiğiti, yiğitliği unutur mu? Unutmamış ki, onu da hüzünle yoğurarak türkülerinde destanlaştırmış.

 

 

Türkülerimiz sadece ölüm ve yiğitlik üzerine söylenmemiş; aşk, özlem, doğa, güzellikleri üzerine de söylenmiştir. Güzelikleri dillere destan olan Şemsi Kız, Fadik, Kıymet türküleri birer sevda ürünüdür. Hem de karasevda ürünü... "Şemsi Kız" türküsünde Şemsi Kız`ın gönülleri yakan güzellikleri dile getirilirken, "Fadik" türküsünde ise, hanımının başkasına kaçmasına dayanamayan bir kocanın feryadı, çaresizliği vardır. Hatipoğlu türküsünde ise, muhtarlık yüzünden öldürülen bir gencin dramı dile getirilmektedir. Görülüyor ki, hüzün; bizim türkülerimizin mayasını oluşturuyor.

 

 

 

ABUM ABUM TÜRKÜSÜ

 

(ÖĞRETMENE VARAMADIM)

 

 

Yıl 1964. İlçemizin Hatipli Köyünde orta boylu, kumral saçlı, siyah gözlü, güzel bir kız yaşamaktadır. Bu kız, daha küçük yaşlarda öğretmene varma özlemiyle yetiştirilmiştir. Annesi, çocuğunu; “A benim öğretmene layık kızım, seni öğretmene vereceğim...” gibi sözlerle yönlendirmektedir. Ancak, kız büyüyüp gelinlik çağına gelince köyün zenginlerinden birinin çobanlık yapan oğluna nişanlanır. Aynı zamanda köyde öğretmen okulunu bitiren bir genç de bulunmaktadır. Kız, bu gence sevdalıdır. Bu sevda yüzünden nişanlısından ayrılır. Fakat, bu kez de öğretmenin babası, oğlunu köy kızıyla evlendirmek istemez; çünkü, oğlunu şehir kızıyla evlendireceğine yemin etmiştir.

 

 

İlk kısmeti çoban olan genç kız, ailesi tarafından aynı köyden bir başka çobanla evlendirilmek istenir. Düğün hazırlıkları başlar. Düğün günü gelir çatar. Kız başı yıkanır. Adet gereğince başı yıkanan kız, köyün çevresinde gezdirilir. Bu gezi sırasında gelinin mani söylemesi gerekir. Kız, öğretmene sevdalı olduğu için mani yerine sevdasını şu türküyle dile getirir;

 

“Öğretmene varamadım

 

Naylon çorap giyemedim

Karyolada yatamadım

 

Abum abum gız abum...”

 

 

Bu hüzünlü ağlayıştan çok etkilenen zurnacı Çakır Usta, aşağıdaki türküyü yakar. Türkü, Çakır Usta aracılığıyla çevre köylerde de söylenmeye başlar.

 

 

“Öğretmene varamadım Beni çobana verdiniz

 

Naylon çorap giyemedim Onbin liramı yediniz

 

Muradıma eremedim Günahıma da girdiniz

 

 

Abum abum gız abum Abum abum gız abum

 

Sebebim sensin abum Sebebim sensin abum

Gözün kör olsun abum Gözün kör olsun abum

 

Yorgan yastık çul hasır Şu Niksar’a varsalar

 

Yatılmaz huşur huşur Öğretmeni bulsalar

Karyolada yatak hazır Şu halimi görseler

 

 

Abum abum gız abum Abum abum gız abum

 

Sebebim sensin abum Sebebim sensin abum

Gözün kör olsun abum Gözün kör olsun abum

 

Çobana verdin gördün mü?

Onbini yedin doydun mu?

Kana kana uyudun mu?

 

Abum abum gız abum

 

Sebebim sensin abum

Gözün kör olsun abum

 

 

KIYMET

 

 

 

İlçemizin Darıderesi Köyü, Asker Ağa mahallesinde bir ağa yaşamaktadır. Bu ağanın kapısında yine ilçemizin Beşdere köyünden Ali adında bir hizmetkar vardır. Ali, boylu poslu ve oldukça yakışıklı bir gençtir. Ağanın Kıymet adında çok güzel bir de gelini vardır.

 

 

Ağanın gelini Kıymet ile hizmetkar Ali arasında bir ilişki başlar. Bu ilişki gittikçe karasevdaya dönüşür. Zaman gelir bu gizli sevda ferman dinlemez olur. Ali ile Kıymet anlaşarak kaçarlar. Kıymet’in kaçması ağayı çok derinden etkiler. Ağanın üzüntüsünün nedenlerinin başında gelinin sevdalısının Alevi olması gelmektedir. Ağa bu olayı hazmedemez. Bunu bir kişilik sorunu haline getirir. Nüfuzunu da kullanarak kaçan Kıymet’i yakalattırır. Mahkeme kanalıyla Ali cezaevine giderken iki sevdalı birbirinden ayrılmış olur.

 

 

Bu iki gencin sevdası, şu biçimde türküleştirilmiştir:

 

 

 

 

Ala çorap örmedim, Elma koydum sepete

Ayağıma giymedim, Yar oturur tepede

 

Çok güzel gördüm ama, Kıymet kızın gözleri

 

Kıymet gibi görmedim, Nam verir memlekete

 

Hoppa şina şinanay şinanay Hoppa şina şinanay şinanay

 

Yavrum şina şinanay şinanay Yavrum şina şinanay şinanay

 

 

Ala çorap nakışı, Şu yaylanın düzünde

 

Kıymet kıza yakıştı Güttüm sarı malları

 

Çok canları yakıyor Dillere destan oldu

 

Kıymet kızın bakışı Kıymet kızın halleri

 

Hoppa şina şinanay şinanay Hoppa şina şinanay şinanay

 

Yavrum şina şinanay şinanay Yavrum şina şinanay şinanay

 

 

Dere doldu taşınan Uzun uzun kavaklar

Gözüm doldu yaşınan Yeni doğdu şafaklar

 

Ela gözlü Kıymet’im Kıymet kızın başın

 

Kaçtı kızılbaş’ınan Beşdereli duvaklar

 

 

Hoppa şina şinanay şinanay Hoppa şina şinanay şinanay

 

Yavrum şina şinanay şinanay Yavrum şina şinanay şinanay

 

 

 

GÜPÜR

 

 

 

Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşında yenildikten sonra karanlık bir döneme girilmiştir. Bundan kurtulmak içim Milli Mücadele başlar. Eli silah tutabilen herkez Milli Mücadeleye çağrılmaktadır. Seferberlik ilan edilir. Ancak buna katılmayanlar da vardır. Ülkemizin birçok yerinde olduğu gibi asker kaçaklarına Reşadiye’de de rastlanmaktadır. Güpür ve arkadaşları bu kaçaklardan bazılarıdır.

 

 

Asıl adı Ömer olan Güpür, aslen Bereketli’lidir. Fakat, Taşlıca(Kotanı) Köyüne içgüveyi gelmiş ve buraya yerleşmiştir. Güpür, kendisi gibi kaçaklarla bir çete oluşturmuştur. Bu çete içinde Nebişeyh’ten Halil, Yolüstü’nden Tıraş gibi kaçaklar da vardır. Bu çete grubu çevrede acımasızlıkları ve zorbalıklarıyla kendilerini kabul ettirmişlerdir. Ancak, bu yıllarda Baydarlı yakınlarındaki Yaycılı Rumlarından Kara Yorgi’nin de bir çetesi vardır. Güpür çetesi ile Kara Yorgi çetesi arasında zaman zaman çatışmalar çıkmaktadır. Bu mücadele çevre köylerini azınlık çetelerine karşı koruma özelliği de taşımaktadır. Bunların asıl barınma yerleri Çal Dağı’dır.

 

 

Çetenin içinde yiğitliği ile tanınan Nebişeyh’li Halil, Çal Dağında askerlerce yakalanır ve Sivas cezaevine götürülür. Halil, Sivas cezaevinden bir süre sonra kaçmayı başarır. Tekrar Çal Dağına döner, fakat bir süre sonra tekrar yakalanır. Cezaevine götürülürken affedildikleri öğrenilir. Sonunda serbest bırakılır.

 

 

Güpür, Halil ve arkadaşları için kim tarafından söylendiği bilinmeyen bir türkü yakılmıştır. Bu türkü, o günden bugüne söylenegelmiştir.

 

 

 

 

Güpürüm küçüceksin Güpür Bereketli’li

Beşli’yi nedeceksin? Halil bilmem nereli

 

Kaymakam’ın önünde İkisi de bir boyda

 

Ne cevap vereceksin? Başlıkları sırmalı

 

 

Çal Dağının tepesi Güpür geliyor Güpür

 

Görünmüyor ötesi Oniki uşağınan

 

Yürümüşde geliyor Gelme imamın Ömer

 

Halil’imin çetesi Vururum fişeğinen

 

 

Çal Dağının başına Meşe meşeye değmiş

 

Bir daha çıkar mıyım Meşe boynunu eğmiş

 

Meşenin dallarına Verin bana martini

 

Beşliyi asar mıyım? Halilin eli değmiş.

 

 

Çal Dağının başına

 

Arka verdim taşına

 

Akıllanmadık Halil

 

Neler geldi başıma

 

 

 

ŞEMSİ KIZ TÜRKÜSÜ

 

 

 

Cumhuriyetten önceki yıllarda, ilçemizin Tinyaba(Çevrecik) köyünde güzelliği dillere destan Şemsi adında bir kız vardır. Köyün bütün gençleri Şemsi kıza tutkundur; ancak, Şemsi kız, Büşürüm’ün Argun mahallesinden bir genci sevmektedir. Güzeller güzeli Şemsi kız, sevgilisiyle kaçınca onu seven gençler arasında büyük bir hayal kırıklığı olmuştur. Bu yüzdendir ki olay, kolay kolay kapanmamıştır. Tam bu sırada onu seven aşıklarından birisi tarafından Şemsi kız’ın sevdasını dile getiren bu türkü söylenmiştir.

 

 

Tinyaba’ya vardın mı? Tinyaba’nın taşları

 

Şemsi kızı gördün mü? Cik cik öter kuşları

 

Şemsi kızın saçını Dolanıyor boynuma

 

Ellerinle ördün mü? Şemsi kızın saçları

 

 

Tinyaba’nın deresi Tinyaba’nın deresi

 

Akıyor ırmak gibi Hayli çeker arası

 

Şemsi kızın memesi Kimselere benzemez

 

Balınan kaymak gibi Şemsi kızın yarası

 

 

Git geliyom ardından Tinyaba’nın düzünde

 

Ben ölüyom derdinden İnek güderim inek

Eğlen bir gül alayım Şemsi kızın yüzünden

 

Şemsi kızın yurdundan Yedim yüzelli değnek.

 

 

Neye gittin o yana?

Hiç gelmiyon bu yana

Yat kolumun üstüne

Dön o yana, bu yana

 

HATİPOĞLU TÜRKÜSÜ

 

İlçemizin Nebişeyh köyünde 1940’lı yıllarda Hatipoğlu ve Dallıoğlu aileleri arasında, muhtarlık yüzünden bir sürtüşme başlar. Bu sürtüşmenin sebebi, Hatipoğlu’nun muhtar olduğu halde Dallıoğlu’nun misafirlerini ağırlamasıdır. Bu anlaşmazlık gittikçe ölümle sonuçlanacak bir kavgaya dönüşür. Bu aileler, birbirlerine düşmanca tavır almalarına rağmen aynı zamanda akrabadırlar. Hatipoğlu’nun oğlu Mehmet, Dallıoğlu’nun oğlu Tevfik’in eniştesi, aynı zamanda da birbirlerinin teyze çocuklarıdır.

 

 

Tevfik yayladadır. Hatipoğlu’nun çocukları bunu duyunca yaylaya giderler. Tevfik’i bulup, korkutmak ve gözdağı vermek isterler. Ormanda Tevfik'i sıkıştırırlar. Olayın devamı yaylaya kadar sürer. Tevfik evde, hapis kalmış ve çaresiz durumdadır. Hatipoğlu’nun çocukları, Tevfik’in kapısına kadar gelip kapıyı kırarak içeri girmek isterler. Bunun üzerine Tevfik silahına sarılır ve teyze çocuğu olan eniştesi Mehmet’i kapının önünde vurur ve Mehmet orada ölür. Bu olay üzerine köyün türkü yakıcıları, olayı aşağıdaki sözlerle dile getirerek ölümsüzleştirirler.

 

 

Hatipoğlu nam verdi Yayla yaylaya bakar

Memlekete şan verdi Yayla suyu yan akar

 

Muhtarlığın yüzünden Vurma beni kayinçi

 

Oğlunu kurban verdi Bacın evde yol bakar

 

 

Koymuşlar arabaya Yaylaya gideceğim

 

Benziyor darabaya Yarimi nideceğim

 

Nasıl kıydın lan Tevfik Getirin balakları

 

Bu kadar merhabaya Vuruldum gideceğim

 

 

Yayla yaylaya karşı Tabancamı yağladım

 

Yayla olmuş bir çarşı Sol böğrüme bağladım

 

Vurma beni kayinci Eniştemi vurunca

 

Dosta düşmana karşı Geri döndüm ağladım

 

 

Hebüllü’den geçiyor Yaylaya giden atlı

 

Hatipoğlu’nun itleri Ne garertli gayretli

 

Vurmuşlar Mehmet’i Söyleyin Nazile’ye

 

Dallıoğlu’nun yiğitleri Ağlasın dertli dertli

 

 

TAHİR BEY'İN TÜRKÜSÜ

 

 

 

1939 yılında 27 Aralık sabaha karşı, herkesin derin bir uykuda olduğu zaman korkunç bir sarsıntı, Reşadiye ve köylerini adeta yerle bir eder. Halkın çoğu enkaz altında kalır. Çoğu da diri diri yanar. Kışın çok şiddetli geçmesi nedeniyle yollar kapalıdır. Bu yüzden, Reşadiye’ye uzanacak yardım eli gecikir. Ancak, depremden onbeş gün sonra bir doktor, yirmibeş gün sonra da Kızılay yardımı gelir. Burada biraz da il yönetiminin ilgisizliği söz konusudur.

 

 

Bu depremde toplam 2100 kişi hayatını kaybetmiştir. Hemen hemen her aileden bir kişi kayıplar zincirine katılmıştır.

 

 

Türküde adı geçen Tahir Bey ilçede uzun yıllar belediye başkanlığı yapmış son derece hatırı sayılır bir kişidir. Tahir bey bu depremde karısı ve oğlu Aydın’la birlikte hayatını yitirmiş; bu acı olay, türkülere konu olarak belleklerden hiç silinmemiştir.

 

 

 

Reşadiye ırmağı Reşadiye çeşmesi

 

Geliyor coşa coşa Köprüden mi bozuldu?

 

Vali bize bakmıyor Tahir beyin kolları

 

Sen yetiş İsmet Paşa Enkazdan mı ezildi?

 

 

Çifte kumrular konmuş Reşadiye ırmağı

 

Tahirin konağına Geldi doldu pazara

İngiliz çivisi batmış Tahir Bey'le oğlunu

 

Aydın’nın yanağına Bir koydular mezara

 

 

Kemal’im İstanbulda Reşadiye önünde

 

Ablasının yanında Uzun uzun kavaklar

 

Mektup yazın Kemal’e Meleşiyor kuzular

 

Biz kırıldık burada Işımıyor sabahlar...

 

 

 

DELİ ŞÜKRÜ TÜRKÜSÜ

 

Deli Şükrü ilçemizin Kızılcaören Köyünden Hacı Osmanoğullarındandır. Küçük yaşta babasını kaybetmiş ve amcasının yanında büyümüştür. Hamdi adında bir erkek ve beş tane de kız kardeşi vardır.

 

 

Cumhuriyetin ilanından önceki yıllarda, Osmanlı Devletinin idare tarzına göre Deli Şükrü yöremizde Mıntıka Müdürlüğü yapmaktadır. Görevli olduğu süre içinde daima fakirden, garibandan yana olmuş, zorbaların da korkulu rüyası haline gelmiştir. Yörede “fakir babası” olarak tanınmıştır. Deli Şükrü’nün bu davranışları zorbaların zoruna gider, fakat birşey de yapamazlar. Bundan kurtulmak için Deli Şükrü’yü Sivas Valisi Reşit Paşaya şikayet ederler. Vali'yi öyle doldururlar ve kendilerine öyle acındırırlar ki Vali olayı yerinde incelemek üzere ilçeye gelir. Hazırlanan komplo gereği Deli Şükrü suçlu bulunarak Bayburt’a sürgün edilir. Zorbalar Bayburt’u da az bularak Sivas’a götürmeyi başarırlar ve hapsettirirler.

 

 

Deli Şükrü hapiste yatarken Sivas eşraflarından birisi Vali Reşit Paşa’ya bir at hediye eder. At huysuz olduğu için kimse binemez. Birçok kişi dener; fakat, hiç kimse ata binmeyi başaramaz. “Buna binse binse biniciliği ile meşhur olan Deli Şükrü biner” derler. Durum Reşit Paşa’ya ulaşır. Vali Reşit Paşa, Deli Şükrü’yü getirtir, ata binmesini ister; ancak, Vali’nin çevresindekiler Deli Şükrü’nün kaçabileceğini söylerler. Vali bu tür endişeleri kabul etmez. Ne pahasına olursa olsun Deli Şükrü’yü ata bindirir. Deli Şükrü atın yelesinden tutar, atı sever, okşar ve bir sıçrayışta ata atlar, gözden uzaklaşır. Arkadan dedikodular başlar, birçoğu Deli Şükrü’nün gelmeyeceğini söylerler; fakat, Deli Şükrü, dedikoduları haksız çıkartarak geri döner. Reşit Paşa, Deli Şükrü’nün bu mertçe davranışını takdirle karşılar. Deli Şükrü’yü yanına çağırtır, gönlünü alır ve birkaçta hediye vererek affettiğini söyler.

 

 

 

 

 

Zenginin delisi, fakirin velisi Deli Şükrü hapisteyken halk ona sevgisini aşağıdaki şekilde dile getirmiştir.

 

 

Konaklar yaptırdım Uzun Çarşıya

 

Camlı pencereleri karşı karşıya

 

Haber anlatamadım Reşit Paşaya

 

Gelme emmim, gelme, dönmem geriye

Beni sürgün ettiler Angıldere’ye

 

 

Atımı çektim de binek taşına

 

Elim yetişmiyor eyer kaşına

 

Benden selam söylen Hamdi gardaşa

 

Gelme emmim, gelme, dönmem geriye

Beni sürgün ettiler Angıldere’ye

 

 

Kır atımda kirim kirim kişniyor

 

Beş bacım var evde nakış işliyor

 

Bilmem Hamdi kardeşim nişliyor

 

Gelme emmim, gelme, dönmem geriye

Beni sürgün ettiler Angıldere’ye

 

 

Deli Şükrü derler namı var idi

 

Mağripten maşrıka şanı var idi

 

Bahar geldi karlı dağlar eridi

 

Gelmem emmim, gelme, dönmem geriye

Beni sürgün ettiler Angıldere’ye

 

 

 

GÜRCÜOĞLU

 

Gürcüoğlu olayı, 1920’li yıllarda ilçemizin Karataş Köyünde gerçekleşir. Kendisi aynı köyden olup o yıllarda kalaycılık yapmaktadır. Kendisine son derece güvenen güçlü, uzun boylu ve yakışıklı biridir.

 

 

Gürcüoğlu, aynı köyden Molla Mehmet adıyla bilinen bir kişinin yengesine sevdalanır. Bu durumu Molla Mehmet bir türlü hazmedemez. Onu öldürmeyi kafasına koyar. Ama, bu işi kendisi beceremez. O yıllarda yine Bağdatlı Köyünde Karayılan diye birisi vardır. Molla Mehmet Gürcüoğlunu öldürmesi için Karayılana yüklüce bir para teklif eder. Karayılan da “Bu iş benim işim, tamam” der. Böylece anlaşırlar.

 

 

Bir gün Karayılan Gürcüoğlu’yla birlikte Güvendik Köyüne gider. Dönüşte Gürcüoğlu önde, Karayılan arkada yürüyerek gelmektedir. Karayılan arkadan tüfeğin tetiğine dokunur; fakat, tüfek ateş almaz. Gürcüoğlu geri döner, “Yahu Mustafa beni mi vuruyorsun?” der. O da “yok canım, tüfeği yeni aldım; onu deniyorum” diye karşılık verir. Sonunda ikisi de ayrılıp köylerine giderler.

 

 

Aradan epey zaman geçer. Molla Mehmet, Karayılanı sıkıştırır. Gürcüoğlu’nun işini bitirmesini ister. Karayılan'da durumu aynı köyden yeğeni olan İbiç’e anlatır. Birlikte bir plan yaparlar.

 

 

Karataş köyünün batısında “Torluk” diye bilinen dağlık bir yer vardır. O yıllarda keçi çalıp yemek, ferfene yapmak yaygındır. Öyle ki bir hırsızlık yapmayanı yiğit olarak kabul etmezler. İbiç, Gürcüoğlu’nu keçi yiyeceğiz diye alır, Torluk denen yere götürür. Ardıç ağaçlarının sık olduğu yere Karayılan önceden saklanır. İbiç de Gürcüoğlu’na o yeri işaret ederek keçiyi bağladıklarını, getirmesini ister. Gürcüoğlu ardıç ağaçlarına doğru yaklaşınca Karayılan tüfeğini ateşler. Gürcüoğlu yaralanır ve kaçmaya başlar. Arkasından yetişip kamayı saplayıp öldürürler. Üzerine ardıç dallarını örtüp, taşları yığarlar.

 

 

Cinayet zanlısı olarak Molla Mehmet, Karayılan, İbiç ve Karataş köyünden Tırıs’ı tutuklarlar. Cezaevinde Karayılan Molla Mehmet’i tehdit eder, cinayeti üstlenmesini ister. Sonunda Molla Mehmet bu olaydan onbeş yıl hüküm giyer. Diğerleri serbest bırakılır. Molla Mehmet Tokat Cezaevinde yatar, günü azalınca da Reşadiye cezaevine gönderilir.

 

 

Molla Mehmet’in babası alim bir kişidir. Oğlu tutuklandığı zaman suçluysa “Allah hapisten çıkarmasın” der. Yine de öyle olur. Molla Mehmet hapishanede cezasını tamamlar. Ertesi gün çıkacaktır. O gece Reşadiye’de 1939 büyük depremi olur. Cezaevi yıkılır. Yangın çıkar, içindeki bazı mahkumlarla birlikte Molla Mehmet de yanar ve hayatını kaybeder.

 

Bu olaydan esinlenerek halk arasında şu türkü yakılır.

 

 

Gürcüoğlu nara benzer

 

Boyu çınara benzer

 

Gürcüoğlu’nun kanları

 

Akan ırmağa benzer

 

 

Ağca taşın darısı

 

Sömek atmış yarısı

 

Oturmuş da ağlıyor

 

Gürcüoğlu’nun karısı

 

 

Taşiçinin ardıçları

 

Yere değer dalları

 

Koca taşın altında

 

Gürcüoğlu’nun kolları

 

 

Kama kesti yüzümü

Kan bürüdü gözümü

Gitme dedim Gürcüoğlu

 

Dinlemedin sözümü.

 

 

 

MÜDÜRÜN UZUN KÜRKÜ

 

 

 

İlçemizin Bereketli Kasabası 1940’lı yıllarda bir nahiyedir. Ramazan ayı gelir, Ramazan davulu çalacak bir mehter aranır. Nahiyenin Amasya’lı Nahiye Müdürü, Büşürüm Köyünden Çakır Usta’yı Ramazan davulu çalmak üzere Bereketli’ye getirir.

 

 

Çakır Usta, o yıllarda oldukça gençtir. Zurnasından çıkan uzun havalar ve oyun havaları birbirini izler. Bu havalar gençleri sevdalandırır; yaşlıları efkarlandırır. Çakır Usta bu havaları çaladursun, bir genç kızın Çakır Usta’ya sevdalandığı söylentileri yayılmaya başlar. Bundan Çakır Usta’nın da haberi olduğu kabul edilir. Köyde başlayan bu söylentileri dindirmek için Nahiye Müdürü Çakır Usta’yı çağırtır ve köyüne gitmesini söyler. Bu olay üzerine Çakır Usta, günümüze kadar söylenegelen aşağıdaki türküyü yakar.

 

 

Müdürün uzun kürkü

Yeni çıktı bu türkü

 

Ne kızıyon kör müdür

 

Söylenecek bu türkü

 

Yanma da güzelim yanıyom ben

 

Mendil salla geliyom ben

Bir güzelin uğruna

 

Verem oldum, ölüyom ben

 

Aşma kırandan aşma

 

Yar seni tanıyorum

 

Her kırandan aşanı

 

Ben seni sanıyorum

 

 

Yanma da güzelim yanıyom ben

 

Mendil salla geliyom ben

Bir güzelin uğruna

 

Verem oldum, ölüyom ben

 

 

Müdür beyin bacası

 

Şima ile kaynama

 

Gel git Çakırım gel git

 

Çamurları boylama

 

 

Yanma da güzelim yanıyom ben

 

Mendil salla geliyom ben

Bir güzelin uğruna

 

Verem oldum, ölüyom ben

 

 

Amasyalı evrileceksin

 

Evrilip çevrileceksin

Şişman karınlı müdür

 

Kökünden devrileceksin

 

Yanma da güzelim yanıyom ben

 

Mendil salla geliyom ben

Bir güzelin uğruna

 

Verem oldum, ölüyom ben

 

 

Şu Çakırın zurnası

 

Zuhurlukta ötüyor

Şişman karınlı müdür

 

Yeni kanun tutuyor

 

Yanma da güzelim yanıyom ben

 

Mendil salla geliyom ben

Bir güzelin uğruna

 

Verem oldum, ölüyom ben

 

 

Çakır zurnaya vurdu

 

İmamlar geri durdu

 

Şişman karınlı müdür

 

Fitire sana kaldı

 

 

Yanma da güzelim yanıyom ben

 

Mendil salla geliyom ben

Bir güzelin uğruna

 

Verem oldum, ölüyom ben

 

 

 

FADİK

 

Reşadiye’nin Gökköy'ünde dillere destan güzellikte bir kız vardır. Fadik adındaki bu güzel kız, anne-baba zoruyla sevmediği biriyle evlendirilmiştir. Bu zorunlu evlilik, Fadik kızın mutlu olmasını engelleyen en önemli nedendir. Bunun sonucu, kocasına bir türlü ısınamayan Fadik, bir bahar sabahı sevdiği erkeğe kaçar. Terkedilen koca, büyük bir aşk ve özlem içerisinde alır eline sazını, başlar dertli dertli söylemeye...

 

 

 

 

Uykuları haram ettin gözüme

 

Darıldın mı Fadik haklı sözüme

 

Doya doya bakamadım yüzüne

 

Bana allar ettin kahbe Fadiğim...

 

 

Gittiğin yollarda diken olsun, taş olsun

 

Karnın dolu kucakların boş olsun

 

Gözlerinden akan kanlı yaş olsun

 

Bana allar ettin kahbe Fadiğim...

 

 

Boğazına takmış alaca boncuk

 

Belin sızlar olsun, bacağın Yılancık

 

Kız memeni emsin enikli kancık

 

Bana allar ettin kahbe Fadiğim...

 

 

Gökköy'ün altıda köyün yazısı

 

Fadik derler sana ana kuzusu

Böyle imiş alnımızın yazısı

 

Bana allar ettin kahbe Fadiğim...

 

 

Yeşilırmak çağıl çağıl çağlıyor

 

Benimde yüreğimi dertler dağlıyor

 

Garip anam boynunu bükmüş ağlıyor

 

Bana allar ettin kahbe Fadiğim...

 

 

Sarı saman gibi sararttın beni

 

Acı kahve gibi kararttın beni

 

Bırakıp da gittin ellere beni

 

Bana allar ettin kahbe Fadiğim...

 

 

 

SARSIKIRANI

 

 

Seferberlikten önce 1904 yılında Muratkaya Köyünde yaşanmış bir olayın öyküsüdür.

 

 

Bu köyde Hafız Ağa adında varlıklı ve konuksever birisi vardır. Tokat ve Sivas'tan İstanbul'a gitmek isteyenler Tozanlı üzerinden Ordu'ya geçerlerdi. Bu yol güzergahında bulunan Muratkaya Köyü'nde, Hafız Ağa'nın da evinde misafir olurlardı.

 

 

Hafız Ağa'nın at sürüleri Sarsıkıranı'nda otlanırdı. Çoğu kez Ordu üzerinden İstanbul'a gitmek isteyenlerde Hafız Ağa'nın atlarından yararlanırlardı. Hafız Ağa'nın ünü her tarafa yayılmıştı. Tozanlı bölgesinden gelip giden yolcular Hafız Ağa'yı Gölcük'e davet ederler. Gölcük Köyü'nde Esma Gelin diye bir güzel vardır. Bakışmalar, konuşmalar derken Hafız Ağa ile Esma Gelin arasında büyük bir aşk başlar. Hafız Ağa sık sık Gölcük'e gidip gelmektedir. İki evli olan Hafız Ağa'nın bu gelip gitmelerinin altındaki nedeni sezinleyen köy halkı bunu pek hoş karşılamaz ve bu olay karşısında kimin söylediği bilinmeyen şu türküyü yakarlar:

 

 

Sarsı Kıran'ında kır atım kişner,

 

Beşli martin gibi nüfuzum işler,

 

Benim Hafız Ağam Çardak'ta kışlar.

 

 

Kaldır Kırat ayağını nallayım,

 

Nallayımda yare karşı yollayım.

 

Aman Kırat nazlı Kırat beni yare kavuştur.

 

Küsülüyüm küsülüyüm beni yarle barıştır.

 

 

Has gümüşten kestireyim nalını,

 

Üç güzele dokutayım şalını,

 

Yar yoluna döndüreyim yolunu

 

Kaldır Kırat ayağını nallayım,

 

Nallayımda yare karşı yollayım.

 

Aman Kırat nazlı Kırat beni yare kavuştur.

 

Küsülüyüm küsülüyüm beni yarle barıştır.

 

Esma Gelin küpelerini sallıyor,

 

Hafız Ağam domur domur terliyor,

 

Kıratını da Sarsı kırında nallıyor.

 

 

Kaldır Kırat ayağını nallayım,

 

Nallayımda yare karşı yollayım.

 

Aman Kırat nazlı Kırat beni yare kavuştur.

 

Küsülüyüm küsülüyüm beni yarle barıştır.

 

 

 

SALİÇ

 

Saliç, Yeniköy’lüdür. Genç yaşta kocasını kaybetmiştir. Son derece güzel bir kadındır. Bu türkü, hayranları tarafından yakılmıştır.

 

Elinde cıngıl orak

 

Saliç tarlan çok ırak

 

Ne oturak, ne durak

Şu ortayı kurtarak

 

 

Ekin biçtim göğüdü

 

Nerden aldın öğüdü

 

Ben peşine düştükçe

 

Saliç gönlün büyüdü

 

Ekini biçe biçe

Bulamadım ucunu

 

Dahasını söylemem

 

Saliç bilir suçunu

 

Elinde cıngıl orak

 

Saliç tarlan çok ırak

 

Bu gece geliyorum

Karyolanda yer bırak

 

 

 

CİNBAN TÜRKÜSÜ

 

Cimi’den Cinban’a vardım

 

Yağmur yağdı kırda kaldım

 

Ben bu yana nerden geldim

Yolun nerde Cinban senin

 

Yaylalar sıra sıra

 

Ben de gidem arkasına

 

Neden geldim ben bu sıra

 

Yolun nerde Cinban senin

 

Cinban sana doyamadım

 

Çok aradım bulamadım

 

Duman çöktü göremedim

Yolun nerden Cinban senin

 

Dağlarında kuşlar öter

 

Çeşit çeşit çiçek biter

 

Dolaştığım bana yeter

 

Yolun nerde Cinban senin

 

Hiç gitmez mi kışın senin?

 

Ne belalı benim başım

 

Zehir oldu ekmek-aşım

 

Yolun nerde Cinban senin

 

Yavdaş’tan geçer yolum

 

Beri yanı benim köyüm

 

Ağalar beyler sizler duyun

 

Yolun nerde Cinban senin.

 

 

 

REŞADİYE SEMAHI

 

 

Yürü güzel yürü, yol alamazsın

 

Azrail olsan da can alamazsın

 

Elesen dünyayı kalbura koysan

 

Yine benim gibi yar bulamazsın

 

 

De ha ninni ninni de yar yürü yürü

Kaldır kollarını sar yürü yürü

 

 

Yürü güzel yürü yolundan kalma

Her yüze güleni dost olur sanma

Ölümden korkup da geriye dönme

Yiğidin alnına yazılan gelir

 

 

De ha ninni ninni de yar yürü yürü

Kaldır kollarını sar yürü yürü

 

 

Yürü güzel yürü ömrümün varı

 

Eridi kalmadı dağların karı

 

Ne de güzel olsa yiğidin yari

 

O da sevdiğine nazınan gelir

 

 

De ha ninni ninni de yar yürü yürü

Kaldır kollarını sar yürü yürü

 

 

Pınar olup kenarından akmayam

 

Yarim senden başkasına bakmayam

 

Senden başkasına eğer bakarsam

 

Yedi sene döşeklerden kalkmayam

 

 

De ha ninni ninni de yar yürü yürü

Kaldır kollarını sar yürü yürü

 

 

Yörede “Zamah” adıyla bilinen Reşadiye Semahı; dini temalar içeren bir Alevi türküsüdür. Türküyle birlikte oyun da oynanır. Bu oyunda, kadınlı-erkekli dönmeler sırasında, kollar yukarıya kaldırılır. Bu dönüşler; bir yandan Mevlevi semalarını andırırken, diğer yandan da Allah’a yalvarışın bir ifadesi gibidir.

 

 

ALAÇAM TÜRKÜSÜ

 

 

Alaçam allanıyor

 

Allanıp sallanıyor

 

Nazlı yarin yanağı

 

Öptükçe ballanıyor

 

 

Haydi yavrum gül pamuk

Uyan ömrüm uyanık

 

Benim gibi varm’ola

Yardan yüreği yanık

 

 

Bahçede bahtsız adam

 

Ayvada narsız adam

 

Kalaysız kaba benzer

 

Dünyada yarsiz adam

 

Gidiyon mu sevdiğim?

 

Bende gelecek miyim?

Verdin bana sevdayı

 

Çekebilecek miyim?

 

 

 

ÇARIĞIMIN BAĞLARI

 

 

Çarığımın bağları

 

Duman aldı dağları

 

Senin için dolaştım,

 

Şu dumanlı dağları

 

 

Çarık bağım çözüldü

 

Bağlasana sevdiğim

 

Ben askere gidiyom

Ağlasana sevdiğim

 

 

Yandığım senin için

 

Olmadın benim için

 

Şu gencecik ömrümü

 

Harcadım senin için

 

 

Yar sarardım sarardım

 

Senin için yanardım

 

Baş yastıkta göz yolda

 

Her gelene sorardım

 

 

Terekte pekmez sandım

 

Dökülür akmaz sandım

 

Gönlümü sana verdim

 

Ellere bakmaz sandım

 

 
  Bugün 17 ziyaretçi (20 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol